|
Müsahibələr, söhbətlər
“İDRAK HAZİNESİNİN BİR ODAK NOKTASI DA EDEBİYATTIR”
Yazar Ali Yıldırımoğlu ile söyleşi / Rasim Karaca / Kaşgar Dergisi:
Siz Sovyetler Birliği döneminde yazarlığa başlamış ve o dönemde yetişmiş bir yazar olarak Azerbaycan Sovyet Edebiyatına hangi değeri veriyorsunuz? Sizce o devrin gerçeklerini öğrenmek açısından Azerbaycan Sovyet yazarlarının yanıtları yeterli kaynak olabilir mi?
-Önce şunu söyleyeyim, kendimi tanıdığım günden bu güne dek yanlış veya doğru olmasına bakmaksızın dünyada baş veren hadiselere, siyasi-toplumsal olaylara kendi bakış açımdan yaklaşmayı tercih etmişimdir. Siyasi düzen ve ideolojik muhit değişse de ben kendi akidemde sabitliğimi sürdürmüşümdür. Bu özellik kendi irademe güvenimden kaynaklanmıştır diyebilirim. Artı, tüm kanunların üstünde, dışarıdan gelen herhangi bir tesirden etkilenmeyen VİCDAN diye bir kanunum vardır. Dış görüntüm itibariyle kimseye benzemediğim gibi, iç olarak da gelmiş geçmiş herhangibir insana benzemek hevesinden çok uzağım. Kısacası, yanlış olsun veya doğru, hayat yollarında her zaman öz aklımla yürümüşüm. Şu hayat serüveninde yaptığım hatalardan, çektiğim eziyetlerden asla pişman değilim. Atalar demiş: kendi düşen ağlamaz. Fakat şunu da söyleyeyim, bildiğim ve yürüdüğüm yollarda tökezlediğim olduysa da, hiç düştüğüm olmadı. İşbu ifadelerime göre beni mütevazı olmamakta suçlayanlar olabilir. Lakin şunu söyleyeyim, akidesinden döndü diye hiç kimse böyle bir suçlamada bulunamaz.
1950'li yıllarda Azerbaycan’ın Gubadlı ilinde yayınlanan «Avangard» adlı bir gazetenin editörü olarak görev yapıyordum. O zaman 24 yaşım vardı. Gazete komünist partinin Gubadlı il komitesinin organıydı ve onun tekelindeydi. O zaman Komünist Partisi’nin il başkanları hakimi-mutlak idiler ve yerel padişahlar gibi pozisyonları vardı. Gazetede yayınlanan her bir cümle onların iradesine tabi tutulmuştu. Kimi zaman bu geleneği bozmak mecburiyetinde kalıyordum. Tabii ki, doğru-düzgün emirleri yerine getirirdim. Yanı sıra gazetecilik etiketini, objektifliği her vasıtayla korumaya özen gösteriyordum. Yayınlanan makalelerde gerçekliği il başkanının ve onun katiplerinin merakları üstünde tutuyordum. Tabir caizse, Komünist Partisi yedeğinde sürünmüyordum. Böylesine bir tavrım bana pahalıya mal oldu. Parti başkanıyla sık-sık çatışmalar çıkıyordu aramızda. Nedeni şuydu: Prensipli bir gazetecinin orada bulunması başkanın işine gelmiyordu. Sonuçta parti başkanı benim görevden atılmam konusunda bir kararname çıkardı. Haksız bulduğum için ben o kararnameyi kabul etmedim… Konuyla Cumhuriyet Merkezi Komitesi ilgilendi… Haklı olduğumu ispat edebildim ve şahsımla ilgili çıkarılmış o karar iptal edildi. Yeniden görevimin başına döndüm. Tüm bu çelişkilerden sonra da kalemim iktidar sahiplerinin oyuncağına çevrilmedi. Başım taşlara değdiyse de kendi yolumdan, hak yolumdan hiç bir zaman sapmadım. Atalar bu yerde demişler: «doğruya zeval yok» ve ya «doğru eğriyi keser».
O açıdan burada bana verilen soruları cevaplarken objektiflik dışına çıkamam. Azerbaycan edebiyatının Sovyet döneminde geçmiş olduğu 70 yıllık tarihin üzerinden siyah bir çizgi çekmemiz yanlış olurdu. O devir Azerbaycan edebiyatı çelişkilerle dolu olmuştur, biliyoruz. Dağıstan cumhuriyetinin müdrik şairi Abutalib demiş: geçmişe mermi sıkarsak gelecek bizi topa tutar. Doğrudur, Sovyetler döneminde «edebiyat partiye bağlı olmalı» ideolojisi hakimdi ve Azerbaycan Sovyet Edebiyatı da o devrin objektif portresini çizmek açısından iktidarsızdı, gerçekliği tam kapsamıyla yansıtmaktan yoksundu. Edebiyat siyasi önyargıların örümcek ağında mahkum edilmişti. Nesrin, şiirin ideolojik istikametleri Komünist Partisinin ve Lenin’in dehasını övmeye yönelik bir biçimdeydi. Sanki sanatsal bir maraton başlatılmıştı. Yazarların büyük bir kesimi meddahlık yarışında ön sıraları zapt etmek için deriden-tırnaktan çıkıyorlardı. Bir anlamda Allah unutulmuş, peygamber göz ardı edilmişti. Lenin ve yalnız Lenin!!! Şüphesiz, benzeri yanıtlar hiç bir şekilde okurlar arasında yankı uyandıramazdı. Burada dahi Balzak’ın bir lafını hatırlamamak içten değil: «Asıl sanatkarlar ömrünü hükümdarları, dünya güçlülerini övmekle zayi etmemeli. Şunu bilmeli ki, yüksek makam sahipleri kısa bir dönemin, sanatkarlar ise yüzyılların hakimidirler.»
Bugüne kadar yazmış olduğunuz 7 romanda biz o dönemdeki gerçek hayatın canlı manzaralarını görebiliyoruz. Fakat, söylediğiniz gibi, edebiyatta hakim olan «sosyalizm realizmi» edebi metoduna aykırı olan bazı konuları romanlarınızda dile getirmişsiniz. Örneğin, kahramanlarınız Allah inancına sahipler, hakim ideolojiden kaynaklanan ateistik düşüncenin izlerine yapıtlarınızda rastgelinmiyor.
-Sovyetler döneminde İslam dini aleyhinde geniş bir tebligat kampanyası vardı. Bilim adamı, profesör kıyafeti takınmış ateistler Allah’ın yokluğu, dinin bir efsane olduğu konusunda kitaplar yazar, sloganlar icat eder, nutuk atardılar. Dinimizin yasak edildiği, camilerin kapatıldığı veya yıkıldığı dönemlerde dedem Meşhedi Naşa, ninelerim Gövher ve Fatime hiç bir zaman oruç ve namazlarından kalmadılar. Söyleyebilirim ki, mecazi anlamda oruç ve namazlarını bırakmayan milli düşünceye sadık yazarlar ve şairler de mevcut idiler. Azerbaycan Sovyet Edebiyatını temsil eden değerli bir yazarımız Süleyman Rahimov «Şamo» adlı romanında kahramanı Safo’nun böyle bir ifadesi vardır: «Namus lekesini yalnız sıcak kan yıkayabilir». İşte bu Türk hasleti, Türk düşünce tarzı, Türk gayretidir. Şair Bahtiyar Vahapzade'nin «Gülüstan» adlı uzun şiirinde Azerbaycan’ın ikiye bölünmesi faciası dile getirilmiş, eser geniş eksi-seda doğurmuştu. Büyük yazar Mirza İbrahimov dilimizin, dinimizin, milli adet ve geleneklerimizin fedakar savunucularından biriydi. Onun «Büyük Destek» romanında saygın baba timsali, maneviyat bekçisi Rüstem’in oğluna attırdığı dayağın sesi halen kulaklarımızda.
«Zoren Gazeteci» adlı romanınızda komünist rejimde yaşayan bir gazetecinin serüvenlerini, başından geçen olağanüstü olayları yansıtmışsınız. Başkahraman Nazım İlham, Komünist Partisine bağlı bir gazetenin muhabiridir, kendisi de o devrin talebi gereği aynı partinin üyesidir. Fakat bu durum onun dürüst bir gazeteci olarak faaliyetini sürdürmesine engel değildir. Nazım İlham’ı roman boyunca hak-adalet uğruna mücadele eder görüyoruz. Sizce böylesine bir durum çelişkili değil mi?
-Her bir yazar edebiyata tarihin, beşeri değerlerin miyarlarıyla yaklaşmalı. Sadece bu günle nefes alan yazarın ömrü de öylesine bu gün kadar kısa olur. Hiç bir siyasi kuruluş ebedi değildir. Onun için de kalem sahibi insanlar devrin hakimlerine, siyasi düzene, onun geçici ideolojisine bağımlı olmamalı. Öz milli mantalitesine, dinine, diline, soyköküne, vatanına, milletine, üzerinde karar tuttuğu toprağa dayanmalı.
Bir yazarın dönmeyen, yan tesirlerden etkilenmeyen sağlam inancı olmalı. Vatan, dil, din, toprak taassubunu yüce tutmalı. Nobel ödülü almış Rus yazarı Bunin Rusya’yı terk edip Fransa’da yaşasa da, onun kıblesi Rusya’ydı. Bunin’in sıradan bir hikayesini bile okurken kalbinin Rus toprağı, Rus adet ve geleneğiyle vurduğunu hissediyorsun. Ünlü avar yazarı Resul Hemzetov «Benim Dağıstanım» adlı kitabında yazıyor:
«Yurtdışındayken bir hemşerime rastladım. O İkinci Dünya Harbi zamanlarında esir düşmüş ve yabancı ülkelerde yaşamak zorunda kalmış birisiydi. Dağıstan’a döndüğümde hemşerimin annesini buldum ve oğlunun sağ olduğunu kadına söyledim. Ana sevindi. Az sonra kaşlarını çatarak, Resul o seninle hangi dilde konuştu, diye sordu. Oğlunuz Avarca'yı unutmuş, bir tercüman aracılığıyla konuştuk, dedim. Ana sinirlendi ve aceleyle yerinden kalkarak ikrahla, Resul, benim o adda bir oğlum yok dedi. İşte bu bir avar kadını, avar haysiyeti! Oğul öz dilini unuttuğu için anası ondan yüz çeviriyor. Böyle annelerin karşısında baş eğerim.»
Hindistanlı yazar Tagor anlatırmış: «İngilizce’nin her ne kadar zengin, evrensel bir konuşma aracı olduğunu söyleseler de abim beni kendi bengal okuluna yazdırtmıştı. Benim yazar olarak bir yerlere kadar gelmemin nedeni öz ana dilimde eğitim almamdan kaynaklanır ve yabancı dilde eğitim alan öğrencinin daha ilk sınıftayken dişlerinin kırılmış olduğu kanaatindeyim.»
Elbette, bir insanın çok sayıda dil bilmesi her türlü yüksek övgüye layıktır. Lakin yüz dil bilsen de, öz ana dilinde serbest yazmayı ve konuşmayı bilmemen hiç dilin yoktur anlamına geliyor. Bu konuyu çok da fazla uzatmak istemiyorum. Sovyetler devrinde Moskova’nın suyunu-havasını tutarak Kremlin çevresinde dolaşan devlet adamları, yazar ve şairler az olmamış… Rusça yazan, Rusça konuşanlara, kendi dilini unutanlara her yerde yeşil ışık yanardı. Çünkü bu dil «büyük Lenin diliydi»! Beynelminel dil diye adlandırılırdı. Rusça'yı bilmeyenlere ise hakaretle bakılırdı. Victor Hugonun «Büg Jargal» romanının sonunda böyle bir ifade var: «Bir insan diğerine sürekli şahinlik edemediği gibi, bir milletin de diğerine ebedi şahinlik etmesi mümkün değildir.» Hegemon Sovyet İmperiyasının akibeti bu fikirleri direkt tasdik ediyor. Sanırım bu, hayatını edebiyata adamış her bir insan için iyi bir örnektir.
Sovyet dönemi Azerbaycan edebiyatıyla çağdaş Azerbaycan edebiyatını kıyas ederken gözlemleriniz nelerdir? Eskiden belirli bir ideoloji vardı ve yazarlar da bu ideoloji etrafında birleşmişlerdi, Lenin’in tabiriyle dersek «edebiyat devlet mekanizmasının tekerciği ve civatası» rolünü üstlenmeliydi. Şimdiki durumda Azerbaycan yazarlarının somut bir ideoloji ve ya milli doktrin etrafında birleştiklerini söyleyemeyiz. Bu konuda düşüncelerinizi alabilir miyiz?
-Bu benim Türk basınına ilk çıkışım, ilk söyleşim olduğu için sorularınızın dışına çıkma mecburiyetinde kaldım, sanırım sözü de fazla uzatmadım. İlk sorunuza cevap olarak söyleyebilirim ki, ideolojik kısıtlamalar haricinde Sovyet döneminde yazarların emeği yüksek değer görüyordu. Edebiyat büyük gelişme trendini yakalamıştı. Süleyman Rahimov, Mirza İbrahimov, Sabit Rahman, Mehti Hüseyn, Samet Vurğun, Şıhali Kurbanov, Ali Veliyev, Abulhasan, İlyas Efendiyev, Bahtiyar Vahapzade, Ismayıl Şıhlı vb. gibi milli mantaliteye, Türk kimliğine ve İslami değerlere dayanan yazarların yanıtları o devrin gerçeklerini yansıtan değerli kaynaklardır. Üzeyir Hacıbeyov, Kara Karayev, Fikret Amirov, Niyazi, Arif Melikov, Tofik Kuliyev vb. gibi dünyaca ünlü besteciler Sovyet devrinde yetişmişler. Bunu inkar etmek, takdir etmemek mümkün değil.
Yaklaşık 40 yıl süresince «Kommunis» adlı devlet statülü gazetede muhabir olarak çalışmışım. Benim kadar mizah konularına değinen ikinci bir yazara rastlayamazsınız. «Acil Yardım» adlı ilk mizah yazım 1956-da yayınlandı. Ayrıca mizah konularını içeren «Telepat» adlı kitabım yayınlanmıştır. O devrin mizah geleneğine aykırı olarak hiç bir zaman güçsüz, fakir, dolayısıyla aşağı sınıf insanlar hakkında mizah yazmadım. Satirik yazılarımın hedefinde adaletsiz, haksız bakanlar, il komite başkanları, hakimler, savcılar, görevini suiistimal eden memurlar olmuştur her zaman. Fakat bunları yaptığımdan dolayı bana karşı bir baskı uygulanmıştır diyemem. Böyle bir şey olmamıştır, Çünkü her zaman gerçek olanı yazmışımdır. Bu söylediklerim romanlarım açısından da geçerlidir. Şu an içerisinde bulunduğumuz bağımsızlık ve demokrasi döneminde bazen falanca gazeteyi mahkemeye verdiler, falanca gazeteciyi dövdüler veya tutukladılar diye duyuyoruz, yankıları Amerika’dan gelir, Avrupa Konseyi konuya müdahale eder, Azerbaycan’da insan hakları çiğnendi diye feryad ederler. Sanırım gerçekliği yansıtan ve doğru-düzgün esaslandırılmış bir yazıdan dolayı hiç bir gazeteye ve ya gazeteciye baskı yapılamaz. Kanımca bir yazar kişisel hislerin esiri olmamalı, gerçekliğe temennalı, garazlı yaklaşımdan uzak durmalı. Romanlarımda da ben böylesine bir yaklaşımı tercih etmişimdir.
Aslında ben roman yazmamışımdır, yaşam boyu gördüklerim, tanığı olduğum olaylar beni yazmaya itmiştir, neticede gördüğünüz bu romanlar meydana gelmiştir. Her zaman kalbimin, vicdanımın söylediklerini yazmışımdır. Elime kalem aldığımda yöneticilerin değil, halkımın, milletimin gözlüğünü gözüme takmışımdır. Bir örnek verebilirim. 1941 yılında, daha 14 yaşımdayken, dört kişi, üç erkek bir bayan il merkezinden köyümüze doğru yürüyerek giderken ormandan geçen korkunç yolda silahlı bir eşkıya yolumuzu kesti, bizi ıssız bir dereye götürdü. Üzerimizde bulunan her şeyimizi aldı. Lakin adam Merziyye adlı bayan öğretmenin eşyalarına el vurmadı. Kadıncağız kendisine tecavüz edeceğinden korkarak sakladığı altınları ona teklif etti, amca bunları al, bana dokunma, diye yakardı. Eşkıyaysa, kızım ben huzurumu kaybettimse de Müslümanlığımı kaybetmedim, bu dünyada bir kadının malına el koyarak o dünyaya yüzü kara gidemem, dedi.
Acımasız eşkıya kadının bir kılına bile dokunmadı. Bu gözlerimle gördüğüm gerçek bir olay. Fakat tanığı olduğum başka bir olaysa her kesin kutsal bildiği Komünist Partisi’nin yerel komitelerinde komünistler kadınlardan rüşvet alıyorlardı. Ben benzeri bir olayı «Zorun Gazeteci» romanımda tasvir etmişimdir. Babası savaşta şehit olmuş yetim, öksüz bir kız olan Besre’nin başından geçen rüşvet olayı gibi. İşte eşkıyalarla komünistlerin ahlakını kıyas edebiliriz… Buna benzer hayat gerçekleri romanlarımda geniş ifadesini bulmuştur. Gerçekte olanı yazmaya özen göstermişimdir her zaman.
Eskiden şöyle bir kural vardı, bir kitap yazıldıktan sonra iki deneyimli yazar kitabı okuyarak onay verirlerdi. Artı yayınevlerinin kitap üzerinde bir sorumlulukları vardı. Şimdiyse bu kuralların ortadan kalktığını görüyoruz, parası olan herkes kitabını bastırabiliyor. Sipariş üzerine kendisi hakkında kitap yazdıran insanlar bile vardır. Böyle bir durumun meydana gelmesi okurların sayısının azalmasına neden oluyor. Kitap sevgisinin zamanla ortadan kalktığını görüyoruz. Neticesinde iyi kitapların bile aranmadığına tanık oluyoruz. Bizde «kurunun oduna yaş da yanar» diye bir atasözü vardır. Sovyetler döneminde bir yazarın yazmış olduğu kitap yayınevinden 20-30 bin tirajla çıkardı, satışından sorumlu olan devletin kendisiydi. Kitabı basılan bir yazar telif ücreti olarak yüklü bir para alırdı. Yazarların geçim düzeyi en yüksek kategorideydi… Şimdiyse bunların tam tersi oldu… Kimi zaman bana söylüyorlar, «başka bir işin yok mu, şu devirde kitap yazmak neye yarar, ne kitap okuyan var, ne kitap alan. Yazarların hangi sosyal zorluklar içerisinde olduğu gözler önündedir?!» Lakin bu söylenenleri, şu düşünce tarzını acı bir istihzayla karşılıyorum. Çünkü benim kanaatime göre bir kitap yazılmıyor, doğuyor. Bir yazar kitaba hamileyse onu muhakkak dünyaya getirecek. Bir yapıt dünyaya göz açmalı bence. Böyle olursa her bir kitap kendi okurunu bulur. Bu sene «Karlı Geceler» adlı romanım yayınlandı. Halihazırda yeni bir romanın konusu düşüncelerime hakim. Bu yeni kitap adeta beni tartaklıyor… Bir kitap bir yazarın manevi dünyasıdır, onsuz yaşaması zor.
Türkiye-Azerbaycan edebiyat ilişkilerinin çağdaş manzarasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu ilişkilerin eksik tarafları nelerdir?
-Azerbaycan kendi bağımsızlığına kavuştuktan bu güne kadar ülkelerimiz arasındaki edebiyat sanat ilişkilerinin yıllar geçtikçe daha da artması beni içtenlikle mutlu ediyor. Maalesef bu ilişkilerde de yeteneklilerden daha fazla imkan sahibi yazarlar öne çıkmışlar. Böylesine bir durumda değerli eserler ve yazarlar gölgede kalmış oluyor. Neticesindeyse Türkiye’de Azerbaycan edebiyatı, Azerbaycan’daysa Türkiye edebiyatı doğru düzgün tanınmıyor.
Beğendiğiniz, önem verdiğiniz dünya yazarları kimlerdir ve Azerbaycan edebiyatında önemli bildiğiniz yazarların isimlerini bize söyler misiniz?
-İddiası yeteneğinden üstte olanlar bana miskin görünüyorlar. Viktor Hügo, Dostoyevski, Puşkin, Şolohov, Bunin, Tagor, Şota Rustaveli, Fenimor Kuner, Ekzüneri, Covanyoli, Tolstoy, Gorki, Şedrin, Çehov, Yaşar Kemal, Çengiz Aytmatov, Azerbaycan klasikleri Nizami, Fuzuli, Ordubadi, Mirze İbrahimov, Süleyman Rahimov, Samed Vurğun… Çok sevdiğim yazarlardır. Şüphesiz burada adlarını andığım yazarlar benim yazar dünyamı teşkil edenlerin tamamı değil.
Ben bir edebiyat nazariyecisi değilim. Lakin bir yazar olarak değil de, sıradan bir okurun diliyle diyebilirim ki, herhangi bir eseri okuyup tamamladıktan sonra neleri sil baştan ederek atmalı, neleri sevmeli, neleri kabul etmelisin, bir yerinde kahırla dolmalı, bir yerinde mutluluğun tadını çıkarmalısın. Dolayısıyla bir insan olarak manevi zenginlik kazandırmalı sana bir kitap. Bir kitap böylesine bir etki gücüne ve mana derinliğine sahip değilse o lüzumsuz kelime birikiminden başka da bir şey değildir. Asıl bir edebiyat okurunu has yapmalı, onun insani niteliklerini arındırmalı bence. İdeolojik açıdan edebiyatın görevi dilimizin, dinimizin, ahlakımızın, milli değerlerimizin saflığına yönelmek olmalı. Bir şey daha söyleyeyim; bir devletin idrak, entelekt potansiyeli ne kadar güçlü olursa, o devletin yıkılma korkusu o kadar az olur. Herhangi bir silah gücü, kaynak zenginliği idrakın yerini dolduramaz. İdrak varsa geri kalan her şey vardır demektir. Böylesine bir hazinenin odak noktalarından birisi de edebiyattır. İdrak anahtarı yazarların elinde. Bu benim bir yazar, aydın ve vatandaş olarak kanaatimdir.
Kaşgar’ın notu:
İsteğimiz üzerine, saygıdeğer yazar Ali Yıldırımoğlu ile bu söyleşiyi yapıp okurlarımız için yayına hazırlayan dostumuz Rasim Karaca’ya (Qaraca) teşekkür ediyoruz. Yazarın “Kalem ve Kılıç” adlı romanının yakın bir tarihte Türkiye Türkçe'sinde yayınlanacağı haberini de bu vesile ile vermiş olalım.
|
|